Kara Ok – Bölüm I

Çeviren: Sefa Eren Kurt

Düzenleme: Mehmet Güder

Voda Düşesi beni yazlık sarayına nefer yardımcısı olarak tuttuğunda gençtim. O güne kadar soylular hakkında bildiğim çok az şey vardı. Eldenroot’da büyük işletmeleri ve eğlence için gösterişli sarayları olan zengin tüccarlar, satıcılar, diplomatlar ve memurlar vardı fakat benim yakınlarım bu sosyal çevreye çok uzaktı.

Yetişkin olduğumda çalışabileceğim bir aile şirketimiz yoktu. Bir gün kuzenim kasabanın dışında hizmetçiler arayan bir malikane olduğunu söyledi. O kadar uzaktaydı ki bu iş için çok fazla başvuru olacağı düşünülemezdi.

Benimle aynı istikamete giden bir grup atlıya rastlayıncaya kadar, beş gün boyunca Yeşilyurt ormanında yürüdüm. Görünüşlerinden maceracı oldukları anlaşılan üç erkek ve bir kadın Bosmer, iki kadın Breton ve bir erkek Dunmer vardı.

Tanıştıktan sonra, breton kadınlarından biri, Prolyssa, “Sende mi Moliva’ya gidiyorsun?” diye sordu.

“Neresi olduğunu bilmiyorum, Woda düşesinin neferliğini yapacağım yeri arıyorum.”

Dunmer Missun Akin beni atına doğru çekerek bindirirken “Seni Kapısına kadar götürebiliriz.” dedi. “Fakat o işi gerçekten istiyorsan, bence Majesteleri ‘ne Moliva’dan öğrencilerin sana eşlik ettiğini söyleme.” Akin ne demek istediğini yolda açıkladı: Moliva, hayatının büyük bir bölümünde askerlik yapmış, Hiomaste adında, yüce ve şöhretli bir okçunun, geriye kalan yaşamını geçirdiği, Düşes’in malikanesine en yakın köydü. Hiomaste, emekli olmasına rağmen okçuluk sanatını öğrenmek isteyen talebeleri kabul etmeye başladı. Zamanla, “ulu öğretici” kelimesi her yere yayıldı ve her geçen gün, daha fazla talebe efendiden bir şeyler öğrenmek için geldi.

Akin Morrowind’daki büyük volkanın yanındaki evinden karşı kıtaya seyahat etmişti. Bana ana vatanından getirdiği simsiyah oklar gösterdi. Daha önce hiç bu kadar siyah bir şey görmemiştim.

“Duyduğumuz kadarıyla,” dedi Kopale, Bosmer erkeklerden biri. ” Ailesi imparatorluğun kurulmasından bile önce burada hüküm süren düşes, bir imparatorluk mensubuymuş, bu yüzden, onun Yeşilyurt halkına alıştığını düşünebilirsin ama hiçbir şey gerçekten daha öte değildir. Düşes köy halkını ve bilhassa okulu küçümsüyor.”

“Ormanındaki her şeyi denetlemek istiyor” diyerek güldü Prolyssa.

Söylediklerini minnettarlıkla kabul ettim ve hoşgörüsüz bir Düşes ile ilk görüşmem olacağından kendimi git gide artan bir korkunun içinde buldum. İlk kez saray görmenin heyecanı bile korkularımı biraz olsun hafifletmedi.

Daha önce Yeşilyurt’da gördüğüm hiçbir yapıya benzemiyordu. Taş ve demirden yapılmış, mazgallı siperlerin dişlileriyle bir yaratığın çenesini andıran, çok büyük bir binaydı. Sarayın yanındaki birçok ağaç uzun zaman önce kesilmiş: ortaya çıkan rezaleti hayal bile edemiyorum, Bosmer köylülerinin ne çeşit bir korkusu Woda Düşes’ini böyle bir şey yapmaya mecbur bırakmış olabilir? Ağaçların yerini sarayı bütünüyle çevreleyen büyük bir kale hendeği almıştı, burası yapay bir ada olsaydı kusursuz görünebilirdi. Ulu Kaya ve İmparatorluk Eyaletlerinden gelen duvar kilimlerinde böyle manzaralar görmüş olsam da memleketimde böyle bir şeye şahit olmamıştım.

Akin atını durdurarak “Kapıda bir muhafız olacak, bu yüzden burada ayrılacağız,” dedi. “Bizimle görüştüğün için lanetlenmediysen, çok şanslısın demektir.”

Bana eşlik ettikleri için teşekkür ettim ve eğitimlerinde iyi şanslar diledim. Atlarını sürüp gittiler. Ben de yaya olarak devam ettim. Birkaç dakika içinde uzun ve işlemeli parmaklıkları olan ön kapının önündeydim. Kapıdaki muhafız, iş hakkında bilgi almaya geldiğimi anlayınca geçmeme izin verdi ve başka bir muhafıza köprüyü indirmesi için işaret etti.

Son bir güvenlik önlemi daha vardı: ana kapı. Demirden, Woda Hanedan Arması ile kaplanmış, çok sayıda kolonla desteklenmiş, altın bir anahtar deliği olan devasa bir kapı… Nöbet tutan muhafız kapıyı açtı ve gri taşlardan yapılmış, muazzam büyüklükteki, kasvetli saraya girmem için yol verdi. Düşes tarafından misafir salonunda karşılandım. Çok zayıf ve sürüngen gibi buruşuktu. Sade, kırmızı bir elbise giyiyor, belli ki hiç gülümsemiyordu. Görüşmemiz tek bir sorudan ibaretti.

“Soylu bir kadının imparatorluğunda, küçük bir piyade eri olmak hakkında bir şey biliyor musun?” Sesi eski bir derinin çıkardığı hışırtıya benziyordu.

“Hayır, Kraliçem.”

“Güzel. Hiçbir hizmetçi ne yapması gerektiğini anlamaz ve ben özellikle, anladığını sananlara gıcık olurum. İşe alındın.”

Saray hayatı çok sıkıcı, küçük bir piyade erinin mevkisi önemsizdi. Çoğu zaman, Düşes’in gözünün önünde durmamak dışında yapacak bir işim olmuyordu. Böyle zamanlarda, genellikle, Moliva’ya giden yolda iki mil kadar yürürdüm. Çoğu yerde, özel ya da sıra dışı hiçbir şey yoktu. Yamacın yanındaki, Ulu Öğretici Hiomaste’nin okçuluk akademisi dışında, Yeşilyurt’ta birbirinin aynı binlerce yer vardır. Çoğunlukla, öğle yemeğimi orada yer ve eğitimleri izlerdim.

Prolyssa ve Akin eğitimden sonra ara sıra yanıma gelirdi. Akin’la okçuluk dışında çok az şeyden konuşurduk. Onu çok sevmeme rağmen, Prolyssa benim için daha büyüleyici bir arkadaştı, Breton olmasının verdiği sevimliliğin yanında okçuluk dışındaki şeylerle de ilgilenirdi.

Ormandaki yürüyüşlerimizden birinde: “Ulu Kaya’da bir sirk var, Quill Sirki. Küçük bir kızken görmüştüm.” dedi. “Herhangi bir zihnin hatırlayabileceğinden çok daha fazla zamandır buradalar. Onları mutlaka izlemelisin. Oyunları, özel gösterileri ve daha önce hiçbir yerde görmediğin inanılmaz cambazları ve okçuları var. Bu benim hayalim, yeterince iyi olduğumda onlara katılmak.”

“Yeterince iyi bir okçu olduğunu nasıl bileceksin?” diye sordum.

Cevap vermedi. Arkamı döndüğümde ortadan kaybolmuştu. Tepemdeki ağaçta kahkahalarını duyana kadar şaşkın şaşkın etrafa baktım. Dalın üzerine oturmuş, sırıtıyordu.

“Okçu olarak değil de cambaz olarak katılabilirim ya da belki ikisine birden. Yeşilyurt’un neler öğrendiğimi göreceğim yer olduğunu anladım. Taklit edilebilecek bütün öğretmenlere ağaçlarda sahipsiniz. Su maymun adamları kastediyorum.”

Sol bacağını eğdi ve sağ bacağıyla destek alarak ileri doğru sıçradı. İkinci hamlede karşı dala atlamıştı. Onunla konuşmakta zorlanıyordum.

“Imga’yı mi kasettin?” diyerek kekeledim. “O yükseklikte korkmuyor musun?”

“Biraz sıradan olacak belki ama,” dedi çok daha yüksek bir dala zıplarken “İşin sırrı aşağıya bakmamakta.”

“Artık aşağıya iner misin?”

“Eninde sonunda ineceğim” En az dokuz metre yükseklikte, incecik bir dalın üzerinde, kollarını uzatarak dengede duruyordu. Eliyle yolun diğer tarafında görünen kapıyı işaret etti. “Aslında, bu ağaçtan Düşes’in sarayı oldukça net görünüyor.”

Kendisini bir güvercin gibi aşağıya bıraktı ve dizleri hafif eğik bir şekilde yere inene kadar perende attı, onu izlerken nefesim kesilmişti. İşin sırrı buydu iste. Rüzgarı esmeden önce tahmin etmek. Quill sirkinde çok başarılı olacağına inandığımı söyledim. Elbette şimdi, bunun hiçbir zaman olmayacağını biliyorum.

O gün, hatırladığım kadarıyla, erken dönmek zorunda kalmıştım. İşteyken böyle durumlar çok nadir de olsa, bazen, formaliteden yapılacak işler olurdu. Düşes’in misafirleri olduğunda sarayda bulunmak zorundaydım. Özel bir görevim olduğu söylenemez, tabii yemek salonunda öylece dikilmemi saymazsak. Kahyalar ve hizmetçi kızlar yiyecek getirmek ve temizlik yapmak için uğraşıyorlardı, piyade neferleri ise sadece dekor amaçlı formalitelerdi.

Ama, en azından, gelecek felaketi izleyen bir seyirciydim…

Share :