Kara Ok – Bölüm II

Çeviren: Sefa Eren Kurt

Düzenleme: Mehmet Güder

S araydaki son akşam yemeğimde, Düşes, hiç beklenmedik bir şekilde, diğer davetlilerin yanında Moliva Belediye Başkanını ve Efendi Hiomaste’ yi de davet etmişti. Uşakların söylemleri deliceydi. Başkan, her ne kadar çok nadir de olsa, daha önce burada bulunmuştu ama Hiomaste’nin varlığı hayal bile edilemezdi. Kraliçe, böylesine bir jestle neyi amaçlıyor olabilir di ?

Salondaki herkes biraz nazik olabilseydi yemek kusursuz bir şekilde devam ederdi. Hiomaste ve Düşes hiç konuşmuyorlardı. Başkan, kalabalığı Kral IV. Pelagius’un yeni doğan tek oğlu Uriel hakkında sohbet ederek meşgul etmeye çalışsa da pek fazla ilgi çekmeyi başaramıyordu. Kız kardeşi Düşesten yaşlı ama daha neşeli olan Leydi Villea’nın sohbetinin büyük bölümü ise Eldenroot’daki cinayetler ve skandallar hakkındaydı.

Düşes Başkanın gözlerine bakarak: “Kız kardeşimi yıllardır, şehrin bütün tatsızlıklarını bir kenara bırakıp, buradan taşınması için ikna etmeye çalışıyordum” dedi. “Şu sıralar, Moliva Tepesinde, ona bir saray inşa etme ihtimali üzerinde duruyoruz fakat sizin de bildiğiniz gibi orada yeterli alan yok. Neyse ki, başka bir fikir daha bulduk. Batıda buraya sadece birkaç gün uzaklıkta, nehrin kenarında, çok geniş ve tamamıyla uygun bir yer var.”

Başkan gülümseyerek “Mükemmel” dedi ve Leydi Villea’ya döndü: “Hanımefendileri, inşaatınız ne zaman başlıyor acaba?”

” Siz köyünüzü o alana taşır taşımaz ” diye cevap verdi Woda Düşesi. Başkan, saka yaptığını düşünerek Düşese baktı. Belli ki şaka yapmıyordu.

Leydi Villea neşeyle “Nehir’e yakın olursanız köyünüzün ticaretini ne kadar arttırabileceğinizi bir düşünün,” dedi. ” Ve böylece, Efendi Hiomaste’nin öğrencileri o güzel okullarına çok daha rahat ulaşabilecekler. Bu herkesin yararına olacak. Hem, kız kardeşimin topraklarında ne kadar az kişi izinsiz dolaşır ve avlanırsa kalbi de o kadar ferah olur.”

Hiomaste kaşlarını çattı :”Şu an sizin topraklarınızda ne izinsiz dolaşan var ne de avlanan, Hanım Efendileri. Siz o ormanın sahibi değilsiniz, hiçbir zaman da olamayacaksınız. Köylüler belki ikna edilebilir, onu bilemem. Ama benim okulum, olduğu yerde kalacak.”

Parti çok neşesiz geçti. Hiomaste ve Başkan müsaade isteyerek kalktılar ve benim yardımıma, kalabalığın içkilerini almak için gittiği salonda, tıpkı eskiden olduğu gibi, yine gerek kalmamıştı. O gece koridorlarda bir daha kahkaha duyulmadı.

Ertesi gün, özel bir davet olmamasına rağmen, Moliva’ya gidemedim. Asma köprüye varmadan hemen önce, nöbetçi beni durdurdu : “Nereye gidiyorsun, Gorgic? Köye değil, değil mi?” “Neden gitmeyeyim ki?”

Uzakta ki dumanı işaret etti: “Yangın, sabahın çok erken saatlerinde çıktı ve hala devam ediyor. Görünüşe göre, Efendi Hiomaste’nin okulunda başlamış. Gezici haydutların isi olmalı.” dedi.

“Ulu Stendarr aşkına!” diye bağırdım. “Öğrenciler hayatta mı?”

“Kimse bilmiyor ama birisi kurtulursa bu mucize olur. Yangın çıktığı sırada herkes uyuyordu. Efendi’nin cesedini, daha doğrusu ondan geriye kalanları buldular. Ve bir de su kızı, arkadaşın, Prolyssa.”

Bütün günü ölü gibi geçirdim. İçimdeki ses akıl almaz şeyler söylüyordu: “O iki asil yaşlı kadın, Leydi Villea ve Woda Düşesi, işlerine mani olan köy ve okulu bilerek yaktı.” Aksam yemeğinde, Moliva’daki yangını çok kısa ve sanki hiç olmamış gibi konuştular. Ama ilk kez o zaman, Düşesin güldüğünü gördüm. Ölünceye kadar asla unutmayacağım bir gülücüktü.

Ertesi sabah, geride kalanlara yardımım olur mu diye bakmak için köye gitmeye kararlıydım. İleride bir gurup insanın sesini duyduğumda hizmetçi holünden büyük salona geçiyordum. Muhafızlar ve hizmetçilerin neredeyse hepsi orada duruyor, salonun ortasında asili duran portreyi işaret ediyorlardı. Resmin üzerinde, Düşes’in tam kalbini delip geçen, simsiyah bir abanoz ok vardı.

Oku görür görmez tanıdım. Missun Akin’in, sadağında gördüğüm, Dagoth-Ur’ un derinliklerinde dövüldüğünü söylediği, oklardan biriydi. Bana saraya gelmemde yardım etme nezaketini gösteren Dunmerin yangından kurtulduğunu anlamış ve rahatlamıştım. Ama nasıl olmuştu da, bu adam, kale hendeğini, giriş kapısını, korumaları ve ağır demir kapıyı geçmeyi başarmıştı ?

Benden hemen sonra gelen Düşes, sinirini göstermeyecek kadar soylu olsa da, öfkelendiği, örümcek ağı gibi ince kaşlarını çatmasından açıkça belli oluyordu. Sarayı daima güvende tutmak için hizmetindeki herkese yeni emirler vermekte hiç vakit kaybetmedi. Bize de düzenli nöbetler ve devriyeler verildi.

Ertesi sabah, bütün önlemlere rağmen, Düşesin portresine saplanmış başka bir kara ok daha bulundu.

Bu böyle bir hafta kadar devam etti. Sonunda Düşes çareyi, salonun girişine sürekli orada dikilecek olan bir nöbetçi koymakta buldu fakat her nasılsa korumanın gözleri bir an için başka bir tarafa baktığında, ok Düşesin resmine saplanıyordu.

Daha kapsamlı bir plan yapıldı, böylece devriye gezen herkes nöbetleri sırasında duydukları harhangi bir sesi veya karşılaştığı sorunu bildirecekti. Başlarda, Düşes bu bilgilerin, gündüzleri kale kumandanına, geceleri ise baş muhafıza iletileceğini emretse de, uyuyamadığını anladığı zaman bütün bilgilerin doğrudan kendisine gelmesini istedi.

Sarayın kasvetli havası kabusa dönüşmüştü. Bir yılan kale hendeğinde sürünecek olsa, Düşes, ne olduğuna bakmak için hemen oraya doğru fırlıyor, aniden çıkan güçlü bir rüzgar, çimenlikteki ağaçların yapraklarını kımıldattığında yine ayni telaş yaşanıyordu. Sarayın önünden geçen tamamen masum talihsiz bir gezgin, savaşın içine düştüğünü zannedecek kadar sert bir tepkiyle karşılaşıyordu. Bir bakıma, öyle de sayılırdı.

Ve her sabah, giriş salonunda, Düşesle dalga geçen yeni bir ok bulunuyordu.

Sabahın erken saatlerinde, bir süreliğine portreyi korumak için görevlendirildim. Oku fark eden kişi olmak istemesem de, sandalyeyi kapının önünden alıp, portrenin karsısına koydum ve oturdum, bir saniyeliğine bile başka bir yere bakmadım. Daha önce, harhangi bir nesneye gözünü kırpmadan baktınız mı bilmiyorum ama garip bir etkisi var. Bütün duyguların kayboluyor.

Bu yüzden, Düşes aniden odaya girdiğinde afallıyordum. Diğer bütün nesneler, Düşes ve portesi arasında bir uçurum varmışçasına bulanıklaşıyordu.

“Kapıya bakan yolda, ağacın arkasında kıpırdayan bir şey var!” diye haykırdı. Beni bir kenara itip, beceriksizce, anahtarını altın kilide sokmaya çalıştı.

Korku ve heyecanla titriyor ve anahtar bir türlü yuvasına girmek istemiyordu. Yardım etmek için ona doğru uzandım ama Düşes çoktan diz çökmüş ve gözünü anahtarın olması gereken yere, anahtar deliğine dayamıştı.

O anda, ok yaydan çıktı ama bu kez portreye kadar gitmesine gerek kalmamıştı.

Missun Akin’le, yıllar sonra, Morrowind’a bazı soyluları ağırlamak için gittiğimde karşılaştık. Basit bir hizmetçiden ünlü bir ozana dönüştüğümü gördüğünde benimle gurur duydu. Akin evine dönmüş ve kendisini, tıpkı eski efendisi Hiomaste gibi, avcılık ve öğretmenlik yapacağı sade bir hayata adamıştı.

Leydi Villea’nın şehirde kalmaya karar verdiğini ve Modiva’nın yeniden inşa edildiğini söylediğimde çok sevindi. Ama asıl öğrenmek istediğim şeyi nasıl soracağımı bir türlü bulamıyordum. Kendimi, sadece düşündüğü şeyin doğru olup olmadığını merak eden bir budala gibi hissettim. O yaz, Düşesi öldürünceye kadar, Prolyssa’nın ağacın arkasında saklanıp, her sabah, Woda Düşes’i portresine, çimenlik ve kale hendeği boyunca ok atan ve anahtar deliğinden geçiren o olacak değildi ya? Tamamen olanaksız bir şeydi bu. Sormamayı tercih ettim.

Ertesi gün vedalaşırken: “İşini layıkıyla yaptığını gördüğümde çok sevindim, dostum. O sandalyeyi kaldırmana çok sevindim… ” dedi.

Share :