Argonya Raporu – İkinci Bölüm

Çeviren: Stormlancer

Düzenleme: Mehmet Güder

Decumus Scotti koşmaktan bitmiş, yüzü ve kolları kızıl etsinekleriyle kaplanmış bir biçimde çamurdan ve sazlıklardan çıktı. Cyrodiil’e doğru ardından bakarken, kara nehrin altında kaybolan köprüyü gördü ve biliyordu ki med birkaç gün içinde geri çekilene kadar, geri dönemeyecekti. Nehir ayni zamanda onun Kara Bataklık hesaplarının belgelerini de yapışkan derinliklerinde tutuyordu. Gideon’daki ilişkileri için kendi hafızasına güvenmek zorunda kalacaktı.

Mailic kararlı bir şekilde sazlıkların arasında ileri adim atıyordu. Scotti etsineklerini başarısızca kovuşturarak onun ardından seğirtiyordu.

“Şanslıyız, efendim” dedi Kızılmuhafız, bu söylemek için son derece saçma bir şey olduğundan Scotti’yi şaşkına çevirdi, ta ki adamın parmağının gösterdiği noktayı gözleri takip edene kadar. “Kafile burada.”

21 adet, paslanmış ve çürümüş odun ve sallanan tekerleklerle çamura bulanmış vagon, ileride yumuşak zeminde yarı batmış şekilde duruyordu. Gri tenli ve gri gözlü, Cyrodiil’de yaygın somurtkan el işçisi türü olan Argonyalılardan oluşan bir kalabalık, diğerlerinden ayrılmış olan vagonlardan birisini çekiyordu. Scotti ve Mailic daha yakına gelirken vagonun son derece çürümüş ve zorlukla tanınacak halde Karafundalardan oluşan bir kargoyla dolu olduğunu gördüler… Vagon dolusu meyveden çok çürüyen bir pelteydi.

Evet Gideon şehrine gidiyorlardı ve dediler ki evet, ahşap yüklerini boşaltmayı bitirdikten sonra Scotti onlarla birlikte gidebilirdi.

Vagonun çürümüş ürününe bakarken Scotti sordu “Ne kadar süre önce toplandılar?”

“Hasat tabii ki Ağustos ayında yapıldı. ” dedi, vagondan sorumlu gibi görülen Argonyalı. Şimdi takvimler Kasımı gösteriyordu, yani tarlalardan yola çıkalı iki aydan biraz daha fazla süre olmuştu.

Açıkça Scotti ulaşım problemlerinin olduğunu düşündü. Ama her şey bir yana, Lord Vanech’in İnşa Komitesi’nin bir temsilcisi olarak onun burada yaptığı şey, bunun tamir edilmesiydi.

Vagonun yana itilmesi için, fundaları güneşin altında daha da çürüten bir saate yakın süre geçti, onun önündeki ve arkasındaki vagonlar birbirine ekliydi ve karavanın başındaki sekiz attan birisi şimdi bağımsız olan vagonun yanına getirilmişti. İsçiler keyifsiz bir rehavetle ilerlediler ve Scotti karavanın geri kalanını inceleme ve yoldaşlarıyla konuşma fırsatı buldu.

Vagonlardan dördünün rahatsız binicilere uyan oturakları vardı. Geriye kalanların tamamı un, et ve bozulmanın çeşitli aşamalarında olan bitkilerin türleriyle doluydu.

Altı Argonyalı isçisi, tenleri çok fazla böcek ısırığıyla Argonyalıların kendisi kadar korkunç görünen üç imparatorluk taciri ve kukuletalarının gölgesinin altından parlayan kırmızı gözleri görülürken, Dunmer olduğu besbelli üç pelerine sarılmış yoldaş, yolcuları oluşturuyordu.

Çenesine ya da daha yukarıya uzanan sazlıklardan oluşan sonsuz araziye bakarken “Yol bu mu?” diye inledi Scotti.

“Bu toprak zemin, farklı bir çeşit ” kukuletalı Dunmer’lerden birisi omuz silkti. “Atlar sazlıklardan birazını yer ve bazen biz de onları ateşe veririz ama bir bakmışsınız tamamen yeniden büyümüşler.”

Sonunda vagon şefi kafilenin gitmeye hazır olduğunu işaret etti ve Scotti diğer imparatorluk sakinleriyle birlikte üçüncü vagona yerleşti. Çevresine bakındı ama Mailic’i göremedi.

Sazlık denizindeki bir kayaya aniden atlayan ve tüylü bir havucu kıtırdayarak yiyen kızılmuhafız “Sizi Kara Bataklık’a götürmeyi ve geri çıkartmayı kabul ettim” dedi. “Geri döndüğünüzde burada olacağım.”

Scotti kızgınca baktı ama sadece Mailic’in hürmetli “efendim” hitabından vazgeçtiği için degil. Şimdi gerçekten biliyordu ki Kara Bataklık’ta hiçbirisi yoktu ama kafile yavaşça gıcırdadı ve ileriye doğru hafifçe dem vurdu, yani tartışacak zaman yoktu.

Sonsuz sazlıkların niteliksiz alanında şekiller çizerken, kırıcı bir rüzgar Ticaret yolu boyunca esti. Uzaklarda dağlar görünüyordu ama sıkça yön değiştiriyorlardı ve Scotti onların sis ve bulutlar içindeki yokuşlar olduğunu fark etti. Gölgeler manzara boyunca uçuşup duruyordu ve Scotti yukarı baktı, dev kuşların neredeyse vücutlarının geri kalanının büyüklüğünde olan uzun, testere gibi gagaları sanki kusulmuş da kursaklarına geri koyulmak üzere dışarıda bekletiliyormuş gibi göründüklerini fark etti.

“Keskinkanatlar” dedi Chaero Gemullus, Scotti’nin solunda, genç birisi olması muhtemel ama yaşlı ve aşınmış görünen imparatorluk sakini homurdandı. “Eğer hareket etmeyi sürdürmezsen, bu lanet olası yerdeki diğer her şey gibi seni de yiyecekler. Hergeleler aşağı dalıp sana berbat bir darbe vururlar, uçup giderler ve neredeyse kan kaybından öldüğün zaman geri dönerler.”

Scotti ürperdi. Gece kavuşmadan önce Gideon’da olmalarını umut etti. Daha sonra güneşin kafilenin yanlış tarafında olduğunu gördü.

“Afedersiniz, efendim” Scotti vagon şefine seslendi. “Düşündüm ki Gideon’a gidiyor olduğumuzu mu söylediniz?”

Vagon şefi başını salladı.

“Peki kuzeye gidiyor olmamız gerekirken, neden güneye gidiyoruz?”

Bir iç çekişten başka cevap yoktu.

Scotti yoldaşlarının da Gideon’a gittiğinin onayını almıştı ama onlardan hiçbiri oraya varmak için çizilen dolambaçlı yol hakkında endişeli görünmüyordu. Oturaklar orta yaşlı sırtı ve kalçaları için sertti ama karavanın sarsan ritmi ve dalgalanan hipnotize edici sazlıklar azar azar onda etkisini gösterdi ve Scotti uykuya doğru sürüklendi.

Birkaç saat sonra karanlıkta uyandı, nerede olduğundan emin değildi. Karavan artık hareket etmiyordu, zemindeydi ve sıranın altında, bazı küçük kutuların yanındaydı. Scotti’nin anlamadığı, tıslayan ve tıkırdayan bir dille konuşan sesler vardı ve birisinin bacakları arasından neler olduğunu gözetledi.

Aylar, karavanı çevreleyen kalın sisi zar zor deliyordu ve Scotti kimin konuştuğunu görebileceği en iyi açıya sahip değildi. Bir an için gri vagon şefi kendisine konuşuyormuş gibi göründü ama karanlık, hareketi ve rutubeti hatta kesik kesik parlayan tenleri de kaplıyordu. Bu şeylerden orada kaç tane olduğunu söylemesi zordu ama büyük ve siyahtılar ve Scotti onlara ne kadar baktıysa da, ancak o kadar detay görebildi.

Salyalar akan, iğne biçimli dişlerle dolu, kocaman ağız seklinde belirli bir detay su yüzüne çıkarken, Scotti sıranın altına geri kaçtı. Siyah küçük gözleri daha onun üzerine rastlamamıştı.

Sahipleri zorla yakalanıp vagonun dışına çekilirken, Scotti’nin önündeki bacaklar hareket etti ve kıvranmaya başladı. Scotti küçük kutuların arkasına geçerken ileri doğru çömeldi. Saklanma konusunda fazla bir şey bilmezdi ama kalkanlarla ilgili biraz deneyimi vardı. Bir şeyi, herhangi bir şeyi kötü şeylerle kendi aranıza koymanın her zaman iyi olduğunu bilirdi.

Birkaç saniye sonra, bacaklar onun görüsünden yok olduktan sonra, dehşet verici bir çığlık yükseldi. Ve daha sonra ikinci ve üçüncü çığlık… Farklı tınılarda, farklı aksanlarda ama aynı derdini anlatamayan mesajla… Dehşet ve acı, korkunç acı. Scotti, Stendarr tanrısına söylenen uzun süredir unutulmuş bir duayı hatırladı ve kendi kendine fısıldadı.

Ardından sessizlik vardı… Sadece birkaç dakika süren feci bir sessizlik ama sanki saatler geçmiş gibi görünen, yıllar geçmiş gibi…

Ve daha sonra taşıyıcı ileri doğru yeniden yalpalamaya başladı.

Scotti dikkatlice taşıyıcının altından dışarı emekledi. Chaero Gemullus ona sersemce sırıttı.

“İste buradasın,” dedi.”Nagaların seni aldığını düşünmüştüm.”

“Nagalar?”

“Rezil tipler” dedi Gemullus, kaşlarını çatarken. “Kolları ve bacakları olan şişkin engerek yılanları, yedi ayak yüksekliğindedirler, çılgına döndüklerinde ise sekiz. Bataklığın iç kısımlarından gelirler, buraları pek sevmezler ve bu yüzden belirgin biçimde hırçındırlar. Siz (tam da) onların aradıkları türden havalı bir imparatorluk mensubusunuz.”

Scotti kendini hayati boyunca hiç havalı olarak düşünmemişti. Çamurlu ve etsinekleri tarafından beneklenmiş giysisi fazlasıyla orta ölçekli, onun için en uygunu olarak görünüyordu. “Beni ne için istiyor olacaklar ki?”

“Soymak için tabi ki” diye gülümsedi adam. ” Ve öldürmek için. Diğerlerine ne olduğunu fark etmedin mi?” sürücü kaşlarını çattı, sanki bir düşünceyle donmuş gibi. “O aşağıdaki kutulardakilerden tatmadın, değil mi? Sanki şeker gibi, tattın mı?”

“Tanrım, hayır,” Scotti yüzünü buruşturdu.

İmparatorluk sakini kafasını salladı, onu rahatlatarak, “Biraz yavaş görünüyorsun. Kara Bataklık’a ilk gelişin, doğru mu anladım? Ooo! Hey hooo, anasından çıkmayasıca, yürrrü be !”

Yağmur başlarken Scotti tam Gemullus’a o argo terimin ne anlama geldiğini sormak üzereydi. Fena halde kokan bir cehennemdi, uzaklarda guruldayan gök gürültüsünün eşliğinde sarı-kahverengi yağmur, karavanı baştan aşağı yıkadı. Zahmetli işleme yardım edene kadar Scotti’ye dik dik bakarken, Gemullus çatıyı vagonun üzerine çekmeye çabaladı.

Scotti sadece soğuk rutubetten değil, ayni zamanda açıkta kalan vagonda çoktandır sonuçları hep kötü olan, aşağı boşalan yağışın iğrenç düşüncesi ile titredi.

“Yakında yeterince kurumuş olacağız,” Gemmullus gülümsedi, sise doğru işaret ederken.

Scotti Gideon’da hiç bulunmamıştı ama ne beklenmesi gerektiğini biliyordu. Az çok bir imparatorluk şehri gibi düzenlenmiş, az çok imparatorluk tarzında mimarisiyle ve tüm İmparatorluk konforu ve gelenekleriyle büyük bir yerleşim yeri, az çok…

Çamura yarı batmış kulübelerden oluşan karmaşıklıkta, daha azına karar kılınmıştı.

“Neredeyiz?” diye sordu Scotti şaşırmışçasına.

“Hixinoag” diye cevapladı Gemullus, rahatsız edici ismi rahatlıkla telaffuz ederken. “Haklıydınız. Güneye gidiyor olmamız gerekirken kuzeye gidiyorduk.”

Share :