Mülteciler

Yazan: Geros Albreigh

Çeviren: Deniz Görmez

Denizin suyunun tuzlu kokusu kilerin taşlarının arasından sızarak içeri doluyordu. Kilerin ise kendine ait kokuları vardı, sirkeye dönmüş eski şaraplar, küf ve şifacıların yaralıları iyileştirmek için yanlarında getirdikleri garip otlardan yapılmış baharatların kokuları gibi. Bir zamanlar yukarıdaki genelevin unutulmuş deposu olan bu büyük toprak odanın içinde, şimdi tıkış tıkış halde elli kişi vardı. İniltiler ve ağlayışlar şimdilik kesilmişti ve her şey hareketsizdi, sanki tüm hastane kocaman bir mezarlığa dönüşmüştü.

“Anne,” diye fısıldadı Kızılmuhafız bir çocuk. “O ses neydi?”

Annesi tam ona cevap vermek üzereydi ki dışarıdan sesi gittikçe daha gürültülü hale gelen bir kükreyiş duyuldu, sanki bir canavar kilerin içine girmişti. Duvarlar titredi ve tavandan kopan toprak, toz yağmuru şeklinde aşağı düştü.

Geçen seferkinin aksine kimse çığlık atmadı. Bu garip, korkunç ses uzaktaki savaşın gümbürtüsüyle yer değiştirinceye kadar beklediler.

Yaralı bir asker Mara’nın ‘Bahtsızlar Duasını’ fısıldamaya başladı.

“Mankar,” dedi, alev alev gözleri ve terden sırılsıklam olmuş, bembeyaz teni ile bir köşede kıvrılıp yatan bir Bosmer kadını. “O geliyor!”

“Kim geliyor?” diye sordu, küçük çocuk, annesinin etekliğini sıkıca kavrayarak.

“Kim olduğunu sanıyorsun evlat? Şekerleme satıcısı mı?” diye homurdanarak söylendi, inleyen, tek kollu Kızılmuhafız. “Gaspçı Camoran.”

Çocuğun annesi yaşlı savaşçıya sinirli bir bakış attı. “O ne dediğini bilmiyor, hasta o.”

Çocuk kafasını salladı. Annesi genelde haklıydı. İnsanlar Gaspçı Camoran’ın, annesinin köyüne yaklaştığını fısıldadıklarında o henüz doğmamıştı bile, o zaman annesi bütün eşyalarını toplayıp kaçmıştı. Komşularının kendisine güldüğünü söyledi kadın, ona Rihad ve Taneth’in, Camoran’ı rahatlıkla yeneceklerini söylemişlerdi. Kocası, Lukar’ın hiç tanışamayacağı babası da ona gülmüştü. Hasat zamanıydı ve kutlamaları kaçıracaktı. Fakat annesi, Miak-I, doğru olanı yapmıştı. Köyü terk ettikten iki hafta sonra, bir gecede bütün köyün nasıl yok edildiğine dair hikayeyi duymuştu, kurtulan kimse olmamıştı. Hem Rihad hem de Taneth yenilmişlerdi. Gaspçı durdurulamazdı.

Lukar, Balyozyurt boyunca uzanan mülteci kamplarında doğmuş ve büyümüştü. Hiçbir arkadaşını birkaç günden fazla tanıyamamıştı. Eğer batıda gökyüzü kızıla dönerse eşyalarını toplayıp doğuya gideceklerini biliyordu sadece. Eğer kızıl gökyüzü güneyde belirirse, kuzeye giderlerdi. Sonunda on iki yıl boyunca kamptan kampa dolaştıktan sonra, Iliac Körfezi’nin diğer tarafına geçen yoldan Ulu Kaya vilayetine, Dwynnen Baronluğu’na girmişlerdi. Miak-I orada huzurlu ve kalıcı bir evleri olacağını söylemiş ve öyle ummuştu.

Her yer o kadar yeşildi ki, gözleri kamaşmıştı çocuğun. Sadece belli mevsimlerde, belli yerleri yeşil olan Balyozyurt’un aksine, Dwynnen yıl boyunca yeşildi. Ta ki karın yağmaya başladığı kış mevsimine kadar. Lukar ilk gördüğünde kardan korkmuştu, şimdi, gerçek bir tehlike kapıdayken, savaşın kızıl bulutları gökyüzünü kaplıyorken, mülteci kamplarının o acı dolu ve kötü kokan, tanıdık atmosferi havayı dolduruyorken, bunu hatırlamak onu utandırıyordu.

Kızıl gökyüzü, körfezin ufkundan giderek yaklaşıyor ve o bir parça beyazın kendisini ağlattığı günleri özlüyordu.

“Mankar!” diye bağırdı Bosmer kadın yine. “O geliyor ve beraberinde ölümü getirecek!”

“Hiç kimse gelmiyor,” dedi kadına doğru yürüyen, Breton genç ve güzel bir şifacı. “Şimdi sakin ol.”

“Merhaba?” diye bir ses geldi yukarıdan bir yerden.

Bütün oda, neredeyse tek bir kişiymiş gibi hep beraber irkildi. Bosmer’in biri topallayarak tahta merdivenleri indi, dostça görünen yüzünden Gaspçı Camoran olmadığı açıkça belliydi.

“Sizi korkuttuysam özür dilerim,” dedi. “Burada şifacılar olduğunu duydum ve onlardan biraz yardım almaya geldim.”

Rosayna, Bosmer’in bacağındaki ve göğsündeki yaralara bakmak için yerinden kalktı. Üstü başı darmadağın olmasına rağmen hala güzeldi, genelevin gözdelerindendi, iyileştirme yeteneklerini de mesleki yetenekleri gibi, Dibella’nın Evi’nde öğrenmişti. Dikkatlice fakat çabucak, parçalanmış deri göğüslüğü, dizlikleri, etekliği, kolçakları ve botları çıkarıp yanına koydu yaraları incelerken.

Yaşlı bir Kızılmuhafız savaşçı yanlarına gelip sordu; “Savaşta mıydın?”

“Ona yakın bir şeyler” diyerek gülümsedi Bosmer, Rosayna’nın dokunuşundan biraz ürkmüştü. “Savaşın arkasında, yanında, önünde bulundum. Adım Orben Elmlock. Ben bir keşif eriyim. Gerçek savaştan kaçınmaya çalışırım, böylece geri dönüp gördüklerimi bildirebilirim. Kendi kanlarının rengini pek sevmeyen insanlar için iyi bir iş.”

“Ben de Hzim,” dedi savaşçı, Orben’in elini sıkarken. “Artik savaşamıyorum fakat eğer geri döneceksen bu zırhı senin için onarabilirim.”

“Deri ustası mısın?”

“Hayır ama elimden her iş gelir,” diye cevapladı Hzim, sert ama esnek deriye sürmek için balmumu dolu ufak bir teneke kutuyu açarken. “Gerçi zırhına bakarak bir keşif eri olduğunu söyleyebilirdim. Ne gördüğünü bize söyleyebilir misin? Yarım gündür buradayız ve dışarıdan hiçbir haber alamadık.”

“Bütün Iliac Körfezi kocaman bir savaş alanına dönmüş durumda,” dedi Orben ve Rosayna’nın büyüsü, pürüzlü fakat derin olmayan yaralarını kapatırken iç çekti. “Körfezin ağzında işgali durdurduk fakat ben kıyıdan geliyordum ve düşmanın ordusu Wrothgarian Dağları’nın üzerinden hareket ediyor. Bu ufak boğuşma da orada gerçekleşti. Aslında ortadaki çarpışma tıkanmışken, kanatlardan saldırmaları çok da beklenmedik bir hamle değildi. Kral-Hart’ın yaptığı şey, doğrudan Camoran Kaltos’un hileler kitabından alınmış bir numaraydı.”

“Kral-Hart mı? diye sordu Lukar. Sessizce dinliyordu ve bunun dışında her şeyi anlamıştı.”

“Haymon Camoran, Gaspçı Camoran, Haymon Kral-Hart, hepsi de aynı kişi evlat. O karmaşık biridir ve birden çok isim gerekir ona.”

“Onu tanıyor musun?” diye sordu Miak-I, öne çıkarak.

“Yaklaşık yirmi yıldır, bütün bu karanlık, kanlı iş daha başlamadan önce. Camoran Kaltos’un baş keşif eriydim ve Haymon onun büyücüsü ve danışmanıydı. Camoran tahtı için yarıştıkları sırada ikisine de yardım ettim ve sonra işgallere- AH!”

Rosayna iyileştirmeyi kesti. Öfke dolu gözlerle, büyüsünü tersine çevirdi ve kapanmış, iyileşmiş yaralar tekrar açılmaya, kara iltihaplar geri gelmeye başladılar. Orben kendini geri çekmek isterken şaşırtıcı bir güçle onu tuttu.

“Seni adi,” diye tısladı sinirle şifacı fahişe. “Falinesti’de bir kuzenim var, bir rahibe.”

“O, iyi!” diye haykırdı Orben acıyla. “Lord Kaltos tehdit oluşturmayan herhangi birine zarar vermemek konusunda son derece kararlıydı… “

“Bence Kvatch’in halkı bu söylediğine katılmazlardı,” dedi Hzim soğuk bir ifadeyle.

“O korkunç bir olaydı, hayatımda gördüğüm en kötü şeydi,” dedi Orben başını sallayarak. “Kaltos, Haymon’un yaptıklarını görünce ağladı. Efendim, Kral-Hart’a Yeşilyurt’a dönmesi konusunda yalvarmak dahil, onu durdurmak için yapabileceği her şeyi yaptı. Fakat o Kaltos’a saldırmayı tercih etti ve biz de kaçtık. Biz sizin düşmanınız değiliz, hiçbir zaman olmadık. Kaltos, Gaspçı’nın, Batı Colovian’a ve Balyozyurt’a getirdiği yıkımı durdurmak için hiçbir şey yapamazdı ve daha kötü şeylerin olmaması için on beş yıl boyunca mücadele etti.”

Korkutucu hayvani kükreme bir kez daha tavanın üzerinden geçti, öncekinde çok daha yüksek bir sesle. Yaralılar çaresizce, korku içinde inlemekten kendilerini alamadılar.

“Peki, bu nedir?” diye sordu Miak-I, alaycı bir ifadeyle. “Gaspçı’nın, Camoran Kaltos’un kitabından öğrendiği hilelerinden biri mi?”

“Evet, bu da bir hile, gerçekten de.” dedi normalden daha gürültülü bir feryatla. ” İnsanları korkutmak için kullandığı bir hayal. En başta gücü yükselirken onları kullanmak zorundaydı ve şimdi de gücü gittikçe azaldığı için bunlara yaslanmak zorunda. Bu yüzden, Yeşilyurt’u işgal etmesi 2 yıl sürdü ve Balyozyurt’u fethetmesi de 13 yıl. Siz Kızılmuhafızlar alınmayın ama onu engelleyen tek şey sadece savaşlarda gösterdiğiniz cesaret değil. Bunun yanında başlarda efendisinden aldığı desteği artık alamamasının etkisi de var”

Yankılanan kükreme sesi daha yoğun bir şekilde bir kez daha sessizliğin içine gömülünceye kadar duyuldu.

“Mankar!” diye söylendi Bosmer kadın. “O gelecek ve her şeyi yok edecek!”

“Efendisi mi?” diye sordu Lukar fakat Orben’in gözleri kanla ıslanmış battaniyesine sarılmış Bosmer kadına kaymıştı.

“Şu kadın kim?” diye sordu Orben, Rosayna’ya.

“Mültecilerden biri tabii ki, sen ve Kaltos taraf değiştirmeden önce, Yeşilyurt’taki küçük, zararsız savaşınızdan kaçan biri,” diye cevapladı şifacı. “Sanırım adı Kaalys.”

“Jephre adına,” Orben topallayarak kadına doğru yürüdü ve suratındaki teri ve kanla lekelenmiş saçları solgun yüzünden sildi. “Kaalys, ben Orben. Beni hatırlıyor musun? Buraya nasıl geldin? O sana zarar verdi mi?”

“Mankar!” diye söylendi Kallys.

“Tek söylediği bu,” dedi Rosayna.

“Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum,” dedi Orben kaşlarını çatarak. “Gaspçı değil. Çok iyi tanır onu. Onun gözdelerinden biriydi.”

“Gözdeleri, sen, Kaltos, o, her şey onun aleyhine dönmüş gibi,” dedi Miak-I.

“Bu yüzden kaybedecek,” diye cevapladı Hzim.

Zırh giymiş bir ayağın sesi tavan boyunca şıngırdadı ve kilerin kapısı sert bir şekilde ardına kadar açıldı. Baron Othrok’un kale muhafızlarının komutanıydı gelen.

“Rıhtım yanıyor! Eğer yaşamak istiyorsanız, Wightmoore Kalesi’ne sığınmanız gerek!”

“Yardıma ihtiyacımız var!” diye karşılık verdi Rosayna; fakat o da biliyordu ki muhafızlara savunma için ihtiyaç vardı, yaralı ve hastaları güvenli bir yere taşımak için değil.

Yangın kargaşanın içinde yayılıp, Dwynnen sokaklarını duman ve aleve boğarken, yardım için ayrılabilen on muhafızın ve yaralılardan yardım edebilecek durumda olanların da desteğiyle kiler boşaltıldı. Yangını başlatan, denizde yanlışlıkla atılan tek bir ateş topuydu fakat verdiği hasar korkunçtu. Birkaç saat sonra şifacılar, görkemli kalenin avlusunda çadırlar kurup bir kez daha masumların acılarını dindirmeye başlamışlardı. Rosayna’nın ilk bulduğu kişi Orben Elmlock’du. Yaraları tekrar açılmış olsa da, hastaların ikisinin kaleye taşınmasına yardım etmişti.

“Özür dilerim,” dedi, şifalı ellerini yaralarının üzerine koyarken. “Kendimi kaybettim. Bir şifacı olduğumu unuttum.”

“Kaalys nerede?” diye sordu Orben…

“O burada değil mi?” dedi Rosayna, etrafına bakarak.

“Kaçmış olmalı.”

“Kaçmak mı? Fakat yaralı değil miydi?”

“Pek sağlıklı bir durum değil ama her şey sona erdiğinde yeni anneler yapabilecekleri şeylerle seni şaşırtabiliyor.”

“Hamile miydi?” dedi Orben, şaşkınlıktan nefesi kesilerek.

“Evet. Çok zor bir doğum değildi. En son gördüğümde çocuğunu kucağında tutuyordu. Onu kendi başına yaptığını söylüyordu.”

“Hamileydi,” diye mırıldandı Orben yine. “Gaspçı Camoran’ın kadını hamileydi.”

Çarpışmanın bittiğini belirten sözler çabucak kalenin içinde yayıldı, dahası savaş bitmişti. Haymon Camoran’ın kuvvetleri denizde ve dağlarda mağlup edilmişti. Kral-Hart ölmüştü.

Lukar, duvarların üzerinden Dwynnen’i çevreleyen karanlık ormanları seyretti. Kaalys’in durumunu duymuştu ve hayal etti; çaresiz bir kadın kucağında yeni doğmuş çocuğuyla yabanda tek başına. Gidecek hiçbir yeri, onları koruyacak hiç kimse de yoktu. O ve bebeği birer mülteci olacaklardı, tıpkı Miak-I ve kendisi gibi. Geçmişi düşünürken onun sözlerini hatırladı.

O geliyor. O gelecek ve beraberinde ölümü getirecek. O her şeyi yok edecek.

Lukar onun gözlerini hatırladı. Hastaydı fakat korkmuyordu. Kimdi bu “O” ? Kim geliyordu eğer Gaspçı Camoran ölüyse.

“Başka bir şey söylemedi mi?” diye sordu Orben.

“Bana bebeğin adını söyledi,” dedi Rosayna. “Mankar.”

Share :