Gerçek Barenziah – 1.Bölüm

Çeviren: Deniz Görmez

Beş yüz yıl önce Mücevherler Şehri, Mournhold’da, kör bir dul ve onun tek oğlu olan uzun boylu, gürbüz bir delikanlı yaşardı. Büyücülükteki kabiliyeti sınırlı olduğu için, Mournhold Kralı’nın madenlerinde basit bir işçi olarak çalışan babası gibi bu çocuk da bir madenciydi. Saygıdeğer bir işti fakat parası azdı. Annesi geçimlerine yardım etmek için meyveli kekler yapıp şehir pazarında satardı. İdare ediyorlardı, öyle derdi kadın, karınlarını doyuracak kadar yiyecekleri vardı, aynı anda kimse ikinci bir elbiseye sahip olmazdı, yine de çatı sadece yağmur yağdığında akardı. Fakat Symmachus daha fazlasını istiyordu. Madende kendisine yüklü bir kazanç sağlayacak, şanslı bir keşif yapmayı umuyordu. Boş zamanlarında meyhanede arkadaşlarıyla bira içmekten ve kart oyunları oynamaktan zevk alırdı. Hiçbirine uzun süre ilgi duymasa da birden fazla genç Elf kızının hem bakışlarını kendine çeker hem de onların içlerini çekmelerine sebep olurdu. Köylü kökenli, sıradan Bir Kara Elf idi, tek dikkat çekici özelliği iriliğiydi. Söylentilere göre onda biraz da Kuzeyli kanı vardı.

Symmachus on üç yaşındayken, Mournhold’da büyük bir şenlik vardı Kral ve Kraliçe’nin bir kız çocukları olmuştu. Bir Kraliçe, diye şarkılar söylüyordu halk, bir Kraliçe doğdu! Mournhold halkı için bir varisin doğumu, gelecekteki huzur ve refahın kesin bir işaretiydi.

Bu asil çocuğun Ad Verme Töreni geldiğinde, madenler kapatıldı ve Symmachus en güzel kıyafetini giymek için fırlayıp evine gitti. “Törenden sonra doğruca eve gelip olan biten her şeyi sana anlatacağım,” diyerek söz verdi, törene katılmayacak olan annesine. Annesi rahatsızdı üstelik bütün Mournhold bu kutsal olayın bir parçası haline geldiğinden büyük bir kalabalık olacaktı törende, her halükarda kör olduğu için zaten hiçbir şey göremeyecekti kadın.

“Oğlum,” dedi kadın. “Gitmeden önce bana bir şifacı yahut bir rahip getir yoksa sen gelmeden evvel bu ölümlü dünyadan göçebilirim.”

Symmachus hemen annesinin yattığı şiltenin yanına gelip elini alnına koydu ve endişeyle alnının çok sıcak ve nefes alışının çok zayıf olduğunu fark etti. Altında birikmiş paralarının saklı olduğu ahşap zemindeki tahtalardan birini kaldırdı. Tedavi için bir rahibe yetecek para yoktu. Ellerinde olanı verip kalanı borçlanmak zorundaydı. Symmachus paltosunu kapıp aceleyle çıktı.

Sokaklar aceleyle kutsal koruluğa gitmeye çalışan insanlarla doluydu; fakat tapınaklar kapalıydı. “Tören için kapatıldı,” yazıyordu bütün tabelalarda.

Symacchus kalabalığın içinden yolunu ite kaka açıp kahverengi cübbeli bir rahibi yakalayabildi. “Törenden sonra, kardeşim,” dedi rahip, “eğer altının varsa memnuniyetle anneni ziyaret ederim. Kral Hazretleri bütün rahiplerin katılmasını emretti ve şahsen ben, onu gücendirmeyi arzu etmem.”

“Annem çok hasta,” dedi Symmachus yalvararak. “Eminim Kral Hazretleri kendi halinde bir rahibin yokluğunu fark etmez.”

“Haklısın fakat Archanon fark edecektir,” dedi rahip sinirli bir şekilde, cübbesini umutsuzca kavramış olan Symmachus’un elinden çekip, kalabalığın arasında kaybolurken.

Symmachus başka rahiplerden ve hatta birkaç büyücüden yardım istedi fakat sonuç farklı değildi. Zırhlı muhafızlar yoldan geçiyordu, mızraklarıyla onu kenara ittiler ve Symmachus prensesin yaklaştığını fark etti.

Şehrin hükümdarlarının armasını üzerinde taşıyan araba yaklaşınca, Symmachus kalabalığın arasından sıyrılıp bağırdı, “Efendimiz, Efendimiz! Annem ölüyor!”

“Bu muhteşem gecede ölmesini yasaklıyorum!” diye bağırdı Kral, gülerek ve kalabalığa altınlar saçarak. Symmachus bu asil nefesteki şarap kokusunu alabilecek kadar yakındı. Arabanın diğer tarafında Kraliçe bebeği göğsüne bastırıp, kısık gözlerle Symmachus’a baktı, asil burnu kibirle ışıldıyordu.

“Muhafızlar!” diye bağırdı. “Çekin şu sersemi.” Kaba eller Symmachus’u kavradı. Dövüldü, yarı baygın bir halde yolun kenarına atıldı.

Symmachus, sızlayan başıyla, kalabalığın epeyce gerisinde, bir tepenin üzerinden Ad Verme Töreni’ni izledi. Aşağıda kahverengi cübbeli rahiplerle mavi cübbeli büyücülerin asillerin yakınında toplandıklarını görebiliyordu.

Barenziah.

Yüksek Rahip kundaktaki bebeği yukarı kaldırıp ufkun her iki yanındaki ikiz aylara: doğan Jone ve batan Jode’a onu sunarken, ses Symmachus’un kulaklarına çok silik bir şekilde ulaştı.

“İşte Mornhold diyarının prensesi Leydi Barenziah! Ey siz lütufkar tanrılar, Ona baht ve bilgeliğinizden nasip edin ki bilgiyle ve mutlulukla, tıpkı ataları gibi Mournhold’u daima başarıyla yönetsin.”

“Onu kutsayın, onu kutsayın” bütün insanlar, elleri yukarıda Kral ve Kraliçe ile birlikte bunu söylemeyi tekrarladılar.

Sadece Symmachus sessizce durdu, başı eğik, annesinin artık hayatta olmadığını kalbinde hissederek. Ve sessizliği içinde büyük bir yemin edip kralın felaketi olacağına, annesinin gereksiz ölümünün intikamını alacağına, Barenziah’i kendine gelin yapacağına ve annesinin doğacak torununun Mournhold’u yöneteceğine yemin etti.

Törenden sonra, duygusuzca tören alayının saraya geri dönüşünü izledi. İlk basta konuştuğu rahibi gördü. Rahip bu sefer Symmachus’un sahip olduğu altınlar ve daha fazlasının sözü karşılığında memnuniyetle geldi.

Annesini ölü buldular.

Rahip içini çekti ve altın kesesini cübbesini bir yerine tıkıştırdı. “Üzgünüm, kardeşim. Altının kalanını boş verebilirsin, burada yapabileceğim bir şey yok. Büyük ihtimalle-“

“Paramı geri ver!” diye öfkeyle homurdanıp, rahibin lafını ağzına tıktı Symmachus. “Onu kazanmak için hiçbir şey yapmadın!” Sol kolunu tehditkar bir şekilde havaya kaldırdı.

Rahip lanet okumak için geri çekildi fakat daha üç kelimeden fazlası ağzından çıkmadan Symmachus suratına vurdu. Şiddetle yere düştü, başını sertçe ocağı çevreleyen sivri taşlardan birine vurdu. Rahip oracıkta öldü.

Symmachus altını kapıp şehirden kaçtı. Kaçarken, bir kelimeyi bir büyücünün ilahisi gibi tekrar tekrar mırıldanıyordu. “Barenziah,” diyordu. “Barenziah, Barenziah.”

Barenziah sarayın balkonlarından birindeydi, göz kamaştırıcı zırhları içinde volta atan askerlerin bulunduğu avluya bakıyordu. Az sonra sıra düzeni aldılar. Kral ve Kraliçe baştan ayağa siyah zırhlara bürümüş, mor renkli uzun kürkleri arkalarından sarkar şekilde saraydan çıkarlarken onları coşkuyla selamladılar. Görkemli bir şekilde süslenmiş siyah atlar onlar için getirildi ve atlara binip avlunun kapılarına doğru sürdüler ve Barenziah’i selamlamak için döndüler.

“Barenziah!” diye bağırdılar. “Sevgili Barenziah, hoşça kal!”

Küçük kız gözyaşlarına engel olup bir eliyle cesurca onlara el sallarken diğer eliyle kucağında tuttuğu Wuffen adını verdiği gri kurt yavrusunu sıkıca göğsüne bastırdı. Daha önce ebeveynlerinden ayrılmamıştı ve bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu, tek bildiği batıda bir savaşın başladığı ve Tiber Septim adının korku ve nefretle karışık şekilde bütün ağızlarda olduğuydu.

“Barenziah!” diye bağırdı askerler, mızraklarını, kılıçlarını ve yaylarını havaya kaldırarak. Sonra değerli ebeveynleri dönüp atlarını sürdüler, şövalyeler onların peşinden gitti, ta ki bütün avlu boşalıncaya kadar.

Günün birinde Barenziah dadısı tarafından sarsılarak uyandırıldı, aceleyle giydirildi ve saraydan çıkarıldı.

O korkunç zamanlardan tek hatırlayabildiği, alev alev yanan gözleriyle bütün gökyüzünü kaplayan muazzam bir gölgeydi. Elden ele dolaştırıldı. Yabancı askerler görünüp, kayboldu ve bazen tekrar ortaya çıktı. Dadısı ortadan kayboldu ve yerini yabancı birileri aldı, diğerlerinden daha bir garip yabancılar. Günlerce, belki de haftalarca seyahat ettiler.

Bir sabah arabadan adımını dışarı, boşluğun ortasında taştan kocaman gri bir kalenin yükseldiği, yamalanmış gibi gri-beyaz karla kaplı sonsuz gri-yeşil tepelerin olduğu bu soğuk yere atmak üzere uyandı. Wuffen’i kucaklayıp titreyerek gri ufka baktı, bütün bu sonsuz boşlukta çok küçük ve çok karamsar hissediyordu, bu sonsuz gri-beyaz boşlukta.

O ve birkaç gündür beraber seyahat ettiği kahverengi derili, siyah saçlı hizmetçi Hana, kalenin içine girdiler. Odalardan birinde iri buz grisi-sarı saçlı, beyaz bir kadın, büyük bir ocağın yanında ayakta duruyordu. Barenziah’i tüyler ürpertici, parlak mavi gözleriyle süzdü.

“O fazla esmer değil mi?” dedi Hana’ya kadın. “Daha önce hiç Kara Elf görmemiştim.”

“Onlar hakkında ben de çok fazla şey bilmiyorum Leydim,” dedi Hana. “Fakat bunun kızıl saçları ve ona eş bir huyu var, bunu söyleyebilirim. Kendinize dikkat edin. Isırır. Ve daha kötüsü.”

“Yakında onu bu huyundan vazgeçtiririm,” diye burun kıvırdı diğer kadın. “Peki, şu kucağındaki pis şey nedir? Iyy!” Kadın Wuffen’i kapıp yanan ocağın içine attı.

Barenziah avazı çıktığı kadar bağırdı ve bıraksalar kendini onun peşinden ateşin içine atardı fakat bütün ısırma ve tırnaklarıyla onlara saldırma girişimlerine rağmen ellerinden kurtulamadı. Zavallı Wuffen yanıp ufacık kapkara bir kül yığını haline geldi.

Barenziah, Kont Sven ve onun karısı Leydi Inga’nın vesayeti altında, Skyrim bahçesine ekilmiş yabani bir ot gibi büyüdü. Dışarıdan bakıldığında olanlara boyun eğmiş gibiydi fakat içinde her zaman soğuk ve boş bir yer vardı.

“Öz kızım gibi yetiştirdim onu,” derdi ziyarete gelenlere. Dedikoduya oturduğunda iç çekmeye alışmıştı Leydi Inga. “Fakat o bir Kara Elf. Ne bekleyebilirsin ki?”

Barenziah bu konuşmalara kulak misafiri olmamalıydı. En azından ona olmaması öğretilmişti. Duyma yeteneği ev sahipleri olan Kuzeylilerden daha keskindi. Diğer arzu edilmeyen Kara Elf özellikleri arasında çalmak, yalan söylemek, sihri kötüye kullanmak vardı. Ufak bir ateş büyüsü oraya, biraz havaya yükselme büyüsü şuraya. Ve büyüdükçe, hoş duygular uyandırabilen ve hediyelerle onu şaşırtabilen erkeklere güçlü bir ilgi. Inga bu sonuncusunu Barenziah’a mantıksız gelen sebeplerle onaylamadı, bu yüzden bunu mümkün olduğunca saklı tutma konusunda çok dikkatliydi.

“Çocuklarla arası mükemmel,” diye ekledi Inga, hepsi de Barenziah’tan küçük beş oğlunu kastederek. “Onlara bir zarar gelmesine müsaade edeceğine inanmıyorum.” Jonni altı, Barenziah da sekiz yaşındayken özel bir öğretmen tutulmuştu ve beraber ders almışlardı. Silahlar konusunda da eğitim almak istemişti fakat bunun düşüncesi bile Kont Sven ve Leydi Inga’yi dehşete düşürmüştü. Yinede Barenziah’a küçük bir yay verildi ve oğlanlarla beraber atış talimi yapmasına izin verilmişti. Yapabildiği zamanlarda silahlarla alıştırma yaptıklarında onları izliyordu, etrafta yetişkinler yokken onlarla güreşiyordu ve biliyordu ki onlar kadar ya da onlardan daha iyiydi.

“O çok… gururlu yine de, değil mi?” diye Inga’ya fısıldadı leydilerden biri. Barenziah, duymamış gibi davranıp, onaylar bir şekilde başını salladı. Kont ve Leydi karşısında üstün hissetmekten kendini alamıyordu. Onları küçümseme duygusu uyandıran bir şeyler vardı.

Daha sonra öğrendi ki Sven ve Inga, Karamoor Kalesi’nin son soylu sahiplerinin uzaktan kuzenleriydiler. Sonunda anladı. Onlar hükümdar olmak şöyle dursun, numaracı, adi sahtekarlardan başka bir şey değillerdi. En azından hükmetmek için yetiştirilmemişlerdi. Bu düşünce garip bir şekilde içinin onlara karşı öfkeyle dolmasına sebep oldu, kinden doğan sağlam, açık bir nefret iplerinden boşanmıştı. Artık onları asla korkulmayacak, ancak küçük görülebilecek, nahoş ve iğrenç böcekler olarak görüyordu.

Ayda bir İmparator’dan bir ulak gelir, Sven ve Inga için küçük bir kese altın ve Barenziah için onun en çok zevk aldığı sey olan, Rüzgartepe’den toplanmış büyük bir torba mantar getirirdi. Böyle durumlarda, düzgün ve bakımlı görünmesi için uğraşılırdı -ya da Inga’nın gözünde sıska bir Kara Elf ne kadar düzgün ve bakımlı olabilirse o kadar- ulakla kısa bir görüşme yapması için huzura çağırılmadan önce. Aynı ulak çok nadiren ikinci kez gelirdi fakat hepsi de ona bir çiftçi pazara götürmek için hazırladığı domuza nasıl bakıyorsa öyle bakıyordu.

On altıncı yılın baharında, Barenziah yine ulağın kendisine artık pazara gitmeye hazırmış gibi baktığını düşündü.

Bu düşünce üzerine, artık pazarda satılmak istemediğine karar verdi. Seyislik yapan delikanlı, iri, kaslı, sarışın oğlan Straw birkaç haftadır onunla kaçması için ısrar ediyordu. Straw sakar, kibar, sevecen ve birazda saf biriydi. Bir gün Barenziah ulağın bıraktığı altın kesesini çaldı ve kilerden mantarları aldı. Jonni’nin ceketlerinden ve atılmış kısa pantolonlarından birini giyip erkek kılığına girdi ve güzel bir bahar akşamında Straw’la beraber ahırdaki en iyi iki atı alıp gecenin içinde Straw’ın gitmek istediği tek yer olan Akçay’a, en yakındaki dikkate değer tek şehre doğru dörtnala sürdüler atları. Fakat Mournhold ve Rüzgartepe de doğudaydı ve bir mıknatıs demir parçalarını nasıl çekerse onlar da Barenziah’i öyle çekiyordu.

Sabah olunca Barenziah’ın ısrarıyla atları bıraktılar. Onların yokluğunun fark edileceğini ve izlerinin sürüleceğini biliyordu. Kendilerini takip eden birileri varsa onları atlatmayı umuyordu. Öğleden sonraya kadar yürüyerek devam ettiler, hep yan yollardan gittiler ve terk edilmiş bir kulübede birkaç saat uyudular. Şafaktan önce tekrar yola koyuldular ve şafakta Akçay şehrinin kapılarına vardılar. Barenziah, Straw için sözde kimlik yapmış, yerel bir lord tarafından şehirdeki bir tapınağa getir götür işleri yapması için gönderildiğini gösteren eğreti kağıtlar hazırlamıştı. Kendisiyse havaya yükselme büyüsünün yardımıyla duvarın üzerinden süzülerek geçmişti. Doğru düşünmüştü, çünkü muhafızlar şimdiye kadar çoktan beraber seyahat eden bir Kara Elf kız ile genç Kuzeyli bir erkek için gözlerini dört açmaları konusunda uyarılmış olmalıydılar. Diğer taraftan, yalnız gezen Straw gibi köylüler burada gayet olağandı. Yalnızken elinde kağıtlarla Straw’ın dikkat çekmesi pek olası değildi.

Basit planı pürüzsüzce işledi. Straw’la kapıdan çok uzak olmayan tapınakta buluştu; daha önce çeşitli nedenlerle birkaç kez Akçay’da bulunmuştu, ancak Straw doğum yeri olan Sven’in kalesinden birkaç milden fazla uzaklaşmamıştı hiç.

Birlikte Akçay’ın daha fakir olan kesimindeki adi bir meyhaneye gittiler. Sabahın serininden korunmak için giydiği eldivenleri, pelerini ve başlığı sayesinde Baenziah’ın siyah teni ve kızıl gözleri kimse tarafından görülmedi ve hiç kimsenin dikkatini çekmediler. Meyhaneye ayrı ayrı girdiler. Tek kişilik bir oda, kocaman bir yemek ve iki sürahi bira için hancıya parayı Straw ödedi. Barenziah birkaç dakika sonra gizlice içeri girdi.

Keyifle yiyip içtiler, kaçışlarını kutladılar ve dar karyola üzerinde ateşli bir şekilde seviştiler. Sonra deliksiz ve rüyasız bir uykuya daldılar.

Akçay’da bir hafta kaldılar. Straw ayak işleri yaparak biraz para kazandı, Barenziah da geceleri birkaç evi soydu. Erkek kılığında dolaşmaya devam etti. Saçını kısa kesip alev kırmızısına, buklelerini de siyaha boyadı iyice tanınmaz olmak için ve gözlerden uzak durdu mümkün olduğunca. Akçay’da sadece bir iki Kara Elf vardı.

Bir gün Straw doğuya giden bir ticaret karavanında koruma görevi olarak geçici bir iş buldu. Tek kollu çavuş Barenziah’a şüpheyle baktı.

“Heh” diye gülümsedi alaycı bir şekilde, “Kara Elf, sana kervanı teslim etmek kurda sürüyü emanet etmek demek değil mi? Öyle ya, öyle. Yine de adama ihtiyacım var ve Rüzgartepe’nin çok yakınına gitmiyoruz, yani halkına sığınıp bize ihanet edemezsin. Hem haydutlar senin boğazını da benimki kadar memnuniyetle keseceklerdir.”

Çavuş, Straw’ı süzmek için ona doğru döndü. Sonra ansızın kılıcını çekip Barenziah’a döndü. Fakat o göz açıp kapayıncaya kadar hançerini çekip savunma pozisyonu almıştı bile. Straw kılıcını çekip adamın arkasına geçti. Çavuş kılıcını bırakıp yine güldü.

“Fena değil çocuklar, hiç fena değil. Şu yayla nasılsın bakalım Kara Elf?” Barenziah kabiliyetini kısaca gösterdi. “Tamam, fena değil, hiç fena değil. Hem sen geceleri daha iyi görürsün, kulakların da daha keskindir. Güvenilir bir Kara Elf sağlam bir savaşçı kadar iyidir, bilirim. Bizzat Symmachus’un emri altında görev yaptım bu kolu kaybedip İmparator’un ordusundan çürüğe çıkarılıncaya kadar.”

“Onlara ihanet edebilirdik. İyi para verecek adamlar tanıyorum,” dedi Straw daha sonra, son kez harap kulübede yattıkları gece. “Ya da onları kendimiz soyabilirdik. Çok zenginler, şu tüccarlar, Berry.”

Barenziah güldü. “O kadar çok parayla ne yapacağız? Hem ayrıca yolculuk için onların bizim korumamıza ihtiyacı olduğu kadar bizim de onlarınkine ihtiyacımız var.”

“Ufak bir çiftlik alırdık, sen ve ben, ah Berry – ve yerleşirdik, her şey çok güzel olurdu.”

Köylü, diye düşündü Barenziah küçümseyerek. Straw bir köylüydü ve köylülere ait umutlardan başka bir şey beslemiyordu. Fakat bütün söylediği, “Orada olmaz, Straw, Darkmoor’a çok yakınız. Daha doğuda başka fırsatlarımız olacak.”

Karavan sadece Sunguard’a kadar doğuya gitti. İmparator I. Tiber Septim nispeten güvenli anayollar ve düzenli devriyeler oluşturmak konusunda epeyce iş yapmıştı. Fakat geçiş ücretleri yüksekti ve bu karavan da onlardan mümkün olduğunca kurtulmak için yan yollardan gidiyordu. Bu onları haydutlarla karşılaşma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyordu, insan, Ork ve birçok farklı ırktan oluşan, serseri mayın gibi etrafta dolanan birçok eşkıya sürüsüyle. Fakat ticaretin riskleri de karları da böyle durumlardan doğuyordu.

Sunguard’a ulaşmadan önce bu türden iki karşılaşma yaşamışlardı – Barenziah’in keskin işitme duyusu sayesinde herkesin bir halka oluşturarak pusucuları şaşırtmaya vakit buldukları bir saldırı ve bir de Khajiit, Orman Elfi ve insanlardan oluşan karma bir grubun düzenlediği bir gece saldırısı. Sonuncusunu düzenleyenler deneyimli bir gruptu, Barenziah bile yaklaştıklarını zamanında duyup yeterince erken uyaramamıştı herkesi. Bu sefer kavga dişe dişti. Saldırganlar püskürtüldü, ancak karavanı koruyan diğer adamlardan ikisi de haydutlar tarafından öldürüldü, Kendisine saldıran haydudun boğazını kesmeden önce Straw da bacağından kötü bir yara aldı.

Barenziah ise hayatından memnundu. Geveze çavuş bile onu sevmeye başlamıştı ve o da akşamlarının çoğunu kamp ateşinin etrafında oturup onun, Tiber Septim ve General Symmachus ile katıldığı Rüzgartepe seferiyle ilgili anılarını dinleyerek geçiriyordu. Bu Symmachus’un Mournhold düştükten sonra general yapıldığını söyledi çavuş. ” Symmachus, o çok iyi bir askerdi. Lakin o Rüzgartepe işinde askerlikten başka bir şeyler vardı, anlarsın ya. Ama siz zaten biliyorsunuzdur herhalde.”

“Yo. Hayır, ben hatırlamıyorum,” dedi Barenziah, kayıtsız görünmeye çalışarak. “Hayatımın çoğunu Skyrim’de geçirdim. Annem Skyrim’den bir adamla evlendi. İkisi de öldüler. Bana anlatır mısın? Mournhold Kral ve Kraliçesi’ne ne oldu?”

Çavuş omuz silkti. “Hiç duymadım. Öldüler herhalde. Ateşkes imzalanana kadar çok kanlı çarpışmalar oldu. Şimdi oldukça sessiz. Belki de aşırı sessiz. Tıpkı fırtınadan önceki sessizlik gibi. Söyle bakalım, evlat, oraya geri mi dönüyorsun?”

“Belki,” dedi Barenziah. Gerçekteyse karşı konulamaz bir şekilde Rüzgartepe’ye ve Mournhold’a sürükleniyordu, tıpkı yanan bir eve sürüklenen güve gibi. Straw bunu sezmişti ve bu konuda mutsuzdu. Erkek kılığına girdiği için Barenziah ile yatamadığından zaten mutsuzdu. Barenziah da özlemişti onunla birlikte olmayı ama görünüşe göre Straw kadar değil.

Çavuş geri dönüş yolculuğu için de kalmalarını istedi fakat teklifini geri çevirdiklerinde onlara yine de fazladan para verdi.

Straw Sunguard yakınlarında kalıcı olarak yerleşmeyi istedi fakat Barenziah doğuya olan yolculuklarına devam etme konusunda ısrar etti. “Ben Mournhold’un yasal Kraliçesiyim,” dedi, emin değildi yine de – yoksa kayıp, şaşkın bir çocuğun uydurduğu bir hayal miydi bu?

“Eve gitmek istiyorum. Eve gitmem gerek.” En azından bu doğruydu.

Birkaç hafta sonra doğuya giden başka bir karavanda yer bulmayı başardılar. Kış başlarında Rahne’deydiler ve Rüzgartepe sınırına yaklaşıyorlardı. Fakat günler geçtikçe hava gittikçe kötüleşti ve hiçbir tüccar kervanının bahar ortasına kadar yola çıkmayacağı söylendi.

Barenziah şehir duvarlarının üzerinde durup vadinin karşısında karla kaplı bir duvar gibi yükselip Rüzgartepe’yi koruyan dağlara baktı.

“Berry,” dedi Straw yumuşak bir sesle. “Mournhold hala çok uzak, neredeyse geldiğimiz yol kadar daha yolumuz var. Ve aradaki topraklar vahşi kurtlarla, haydutlarla, orklarla ve daha da kötü birçok yaratıkla dolu. Bahara kadar beklememiz gerek.”

“İşte Silgrod Kulesi orada,” dedi Berry, ufak Kara Elf kasabasının etrafında kurulduğu, Skyrim ve Rüzgartepe arasındaki sınırı koruyan kuleyi işaret ederek.

“Köprüyü koruyan muhafızlar benim geçmeme izin vermezler, Berry. Onlar İmparatorluk askerleri. Rüşvetle kandıramayız. Eğer gidersen, yalnız gidersin. Seni durdurmaya çalışmam. Ama ne yapacaksın? Silgrod Kulesi İmparatorluk askerleriyle dolu. Onların çamaşırcısı mı olacaksın? Ya da hizmetçisi?”

“Hayır,” dedi Barenziah yavaşça, düşünceli bir şekilde. Aslında pek de kötü bir fikir değildi. Pek tabii askerlerle yatarak da biraz para kazanabilirdi. Skyrim’i geçerlerken, tekrar bir kadın gibi giyinip Straw’dan gizlice uzaklaştığında o türden birkaç macerası olmuştu. Sadece biraz değişiklik arıyordu o zamanlar. Straw hoştu fakat sıkıcıydı. Birlikte olduğu adamlar sonradan kendisine para teklif ettiğinde şaşırdı fakat oldukça da hoşlandı bundan. Straw ise bundan hiç memnun olmamıştı, eğer onu yakalarsa ilk önce bağırıp çağırır sonra da günlerce somurturdu. O çok kıskançtı. Yaptığından ya da yapabileceğinden değil ama, onu terk etmekle bile tehdit etmişti.

Fakat İmparatorluk Muhafızları her açıdan oldukça sert ve acımasız kişilerdi. Yolculukları sırasında Barenziah korkunç bazı hikayeler duymuştu onlar hakkında. İçlerinden açık ara en çirkini ise kamp ateşi etrafında eski askerler tarafından gururla anlatılırdı. Onu ve Straw’u korkutmak için abarttıklarını biliyordu fakat bu vahşi hikayelerin altında yatan gerçekler olduğunu da kavramıştı. Straw bu türden müstehcen konuşmalardan nefret ediyordu ve şimdi Barenziah bunları duymak zorunda kaldığı için daha fazla nefret etmişti. Ama yine de içinde bu anlatılanlardan etkilenen bir kısım da vardı.

Barenziah bunu hissetti ve Straw’ı kendisine başka kadınlar da bulması konusunda cesaretlendirdi. Ama o kendisinden başka hiç kimseyi istemediğini söyledi. Barenziah ise açık yüreklilikle ona karşı o şekilde hisler beslemediğini fakat kendisinden herkesten daha çok hoşlandığını söyledi. “O zaman neden başka erkelere gidiyorsun?” diye sordu Straw.

“Bilmiyorum. “

Straw içini çekti. “Kara Elf kadınları böyleymiş derler.”

Barenziah omzunu silkti gülümseyerek. “Bilmiyorum. Ya da hayır.. Belki de biliyorumdur. Evet, biliyorum.” Dönüp Straw’u tutkulu bir biçimde öptü. “Sanırım tek açıklama bu.

Share :