Palla – Birinci Bölüm

Yazan Vojne Mierstyyd

Çeviren: Mehmet KARDAŞ

Palla. Bu ismi çok yakın bir zaman önce işittiğimi hatırlıyorum. Ben ve Büyücüler Loncası’ndaki arkadaşlarım şaşırtıcı bir şekilde davet edildiğimiz, Mir Corrup’un batısındaki Tales ve Tallows’da güzel bir malikânede duymuştum. Aslına bakılırsa pek de şaşırmamıştık. Mir Corrup’ta çok az soylu aile kalmıştı — 2. Çağın zengin ve huzurlu günlerinden – ve doğal olarak böylesine doğaüstü bir tatilde büyücülerin konuk ediliyor olması mantıklıydı. Yine de biz, Loncanın daha egzotik yönlerine rağmen davet edilmiş ufak bir öğrenci kafilesiydik.

Hemen hemen bir yıldır bildiğim tek evim Mir Corrup’taki Büyücüler Loncasıydı. Arkadaşlarım, benimle yaşamak zorunda olan diğer öğrenciler ve ustalarımız böylesine ücra bir Lonca’da çalışıyor olmanın hıncını bizden çıkaran hocalardı.

Yanılsama sınıfı hemen ilgimi çekmişti. O dersi veren hocamız beni sadece büyülerle değil ardındaki felsefeyle de ilgilendiğim için sınıfın gözdesi olarak görüyordu. Işığın, sesin ve aklın şaşırtıcı enerjilerini kullanabilmede beni kendisine çeken özel bir şeyler vardı. Çekici yıkım ve değiştirme sınıfları, kutsal iyileştirme ve çağırma dersleri, pratiğin yoğun olduğu simya ve nesne büyülemeler ya da kaotik mistisizm bana göre değildi. Hiçbirinde normal bir nesneyi alıp olmayacak bir şeye çevirdiğimde yaşadığım heyecanı yaşayamıyordum.

Monoton hayatıma hayal edebileceğimden çok daha fazlasını katıyordu. Sabah dersinden sonra akşam derslerine kadar tamamlamak üzere görevler alıyorduk. Benimki kısa bir süre önce ölmüş bir Lonca çalışanının çalışmalarını, büyü kitaplarını ve muskalarını derleyip düzenlemekti. Yalnız ve sıkıcı bir işti. Tendixus Hoca’nın değersiz çöplükleri toplamak gibi bir takıntısı vardı, ancak ne zaman işe yaramaz bir şey ile karşılaşsam hemen ardından daha işe yaramazı ortaya çıkıyordu. Yavaş yavaş eşyalarının hepsini doğru yere koymaya başladım: iyileştirme iksirleri İyileştirme Hocasına, fiziksel fenomenler kitapları Başkalaşım Hocasına, bitkiler ve mineraller Simyacılara, ruh cevherleri ve bağlanmış nesneler nesne büyücülere gidecekti. Tam her şeyi bitirmek üzereyken Usta Ilther beni çağırdı.

“Oğlum,” dedi yaşlı adam, elindeki şeyi bana uzatarak. “Bunu yok et.”

Rünlerle kaplı içinde halka şeklinde kırmızı-turuncu taşlar bulunan siyah bir diskti.

“Özür dilerim, Efendim,” dedim. “İlginizi çekecek bir şey olduğunu düşünmüştüm.”

“Onu yüce ateşe götürüp yok et,” diye bağırdı, arkasını dönerek. “Onu buraya hiç getirmedin.”

Merakım çok artmıştı çünkü onu böyle davranmaya itecek tek şey olabilirdi. ÖlüÇağırma. Usta Tendixus’un odasına geri döndüm ve notlarında diskle ilgili bir şeyler aradım. Maalesef notların çoğu okuyamayacağım şifreli bir dilde yazılmıştı. Beni kendine çeken gizemin içine öylesine dalmıştım ki neredeyse Usta Ilther tarafından verilen nesne büyüleme dersine geç kalıyordum.

Birkaç hafta boyunca zamanımı yıkık döküğü toplamak, topladıklarımı gereken yerlere göndermek ve disk hakkında araştırma yapacak şekilde düzenledim. İçgüdülerimin beni yanıltmadığını anlamaya başlamıştım, disk çok önemli bir eserdi. Hoca’nın notlarının çoğunu anlayamamış olsam da, diskin, sevdiğin birini mezarından diriltmek için kullanılacağının farkına varmıştım.

Maalesef sonunda oda tamamen temizlenmiş ve bana Lonca üyelerinin atlarına bakıcılık yapma görevi verilmişti. Böylece bir taraftan da diğer öğrencilerle birlikte çalışabilme şansım doğmuştu ve Loncaya gelip giden şehir halkı ve soylularla tanışabiliyordum. İşte o zamanlarda hepimiz Tales ve Tallows’a davet edildik.

Gecenin çekiciliği yetmezmiş gibi bir de ev sahibesi Hammerfell’den gelen ünlü, zengin, genç ve bekar yetim hanımının göz alıcılığı eklenmişti. Sadece birkaç ay önce İmparatorluk Eyaletleri’nden bu ırak yere gelmiş ve kendisine ait olduğunu iddia ettiği bu eve yerleşmişti. Loncadaki öğrenciler koca karılar gibi kadının geçmişi ve ailesine ne olduğu hakkında dedikodu edip durmuştu. Adı Betaniqi idi ve bildiğimiz tek şey buydu.

Balo için herkes gururla cübbelerini giymişti. Devasa mermer giriş kısmında her birimiz teker teker isimleri okunarak karşılanmıştık. Elbette sonrasında ise tamamen unutulmuştuk. Aslında partiye sadece kalabalıkmış hissi vermek için orada olduğumuz belliydi. Yalnızca arka plan karakterleriydik. Önemli şahıslar bizi çok kibarca itip kakıyorlardı. Yaşlı Leydi Schaudirra Balmora’yla yapılacak diplomatik görüşmeler hakkında Rimfalin Dükü ile konuşuyor, bir ork savaşçısı, kıkırdayarak gülen bir prensese yıkım ve yağma hikayeleri anlatıyordu. İmparatorluk ve mahkemelerdeki entrikalar analiz edildi, kibarca dalga geçildi, evirildi çevirildi, konuşuldukça konuşuldu. Yanlarında durduğumuz zaman bile, kimse dönüp de yüzümüze bakmadı. Sanki Yanılsama yeteneklerimle hepimizi görünmez yapmıştım.

İçkimi terasta içmeye karar verdim. Dolunay, havuzun üzerinde mükemmel bir görüntü oluşturuyordu. Havuzun etrafını kaplayan mermer heykeller de sanki yansıyan ışığı emen meşalelermiş gibi parlıyordu. Garip Kızılmuhafız figürleri öylesine gerçek dışıydı ki hayran kalmıştım. Hanım, evine daha yeni yerleşmişti. Heykellerin bazıları henüz koruyucu levhalarla kaplıydı. Yalnız olmadığımı anladığımda orada ne kadar süre öylece durduğumu bilmiyorum.

Kadın, cismi ve elbisesi ile öylesine siyah ve ufaktı ki neredeyse onu bir gölge sanmıştım. Bana doğru döndüğünde çok genç ve güzel, on yedi yaşından fazla olmadığını gördüm.

“Siz ev sahibesi misiniz?” diye sordum sonunda.

“Evet,” diye gülümsedi utanarak. “Ama bu işte hiç de iyi olduğumu söyleyemeyeceğim. İçeride misafirlerle beraber olmam gerekiyor ama sanırım onlarla pek ortak yönüm yok.”

” Benim de onlarla hiç ortak yönüm olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koydular.” diye güldüm.

“Loncada bir çaylaktan daha fazlası olduğumda belki biraz daha eşit olarak görebilirler.”

“Hala Cyrodiil’deki eşitlik kavramını anlamış değilim,” diye kaşlarını çattı. “Bizim kültürümüzde değerini kendin kanıtlarsın bunu beklemezsin. Ailem, bir gün benim de olmak istediğim gibi çok büyük savaşçılardan oluşuyordu.”

Gözleri çimenlikten heykellere doğru kaydı.

“Heykeller aileni mi temsil ediyorlar?”

“İşte şuradaki babam Pariom,” dedi, gerçek boyutlarında, utanmazcasına çıplak ve başka bir savaşçıyı boğazından bıçağıyla kesmek için hazır şekilde duran heykeli göstererek. Gerçekten çok gerçekçi bir gösterimdi. Pariom’un yüzü ifadesiz hatta biraz da çirkineydi. Yanaklarında birbirine dolanmış devasa bir sakalı vardı.

“Peki ya annen?” diye yakındaki gururlu bir çocuğu tutan savaşçı benzeri bir kadın heykelini göstererek sordum.

“Oh hayır,” diye gülümsedi. “O benim amcamın yaşlı dadısı. Annemin heykeli hala levhalarla kaplı.”

Gösterdiği heykeli neden açma gereği duyduğumuzu bilemiyorum. Sanırım kader ve bencilce sayılabilecek konuşmaya devam etme isteği diyebiliriz. Onu meşgul edecek bir şey bulmazsam tekrar partiye dönecek ve tekrar yalnız kalacakmışım gibi hissetmiştim. İlk başta pek istekli değildi. Heykellerin, Cyrodiil’in zaman zaman oldukça harap edici olabilen soğuğunda aşınmadan kalıp kalamayacaklarına henüz karar vermemişti. Büyük ihtimalle, kapalı kalmalılar diye düşünüyordu. Sanırım o da en az benim kadar partiye dönmek istemediğinden teklifimi kabul etti.

Birkaç dakika içinde Betaniqi’nin annesinin heykelini kaplayan kılıfı çıkardık. İşte o andan sonra hayatım sonsuza dek değişti.

Bozuk şekilli siyah mermerden bir yaratığın yanında duran doğanın eşsiz bir varlığı gibiydi. Kusursuz uzun parmakları, yaratığın yüzünü çevreliyordu. Yaratığın pençeleri, kadının sağ göğsünü parçalayacak şekilde kavramıştı. Onun ve yaratığın bacakları bir dansın figürleriymiş gibi birbirine dolanmıştı. Kendimi tükenmiş hissettim. Bu kıvrak ve de korkunç kadın her şeyin üzerinde bir güzelliğe sahipti. Heykeli her kim yaptıysa sadece bir tanrıçanın yüzünü şekillendirmekle kalmamış onun gücü ve iradesini de yansıtmıştı. Hem trajik hem de zafer doluydu. O anda, ölümcül denebilecek bir şekilde aşık olmuştum.

Öğrencilerden birinin, Gelyn, partiyi terk edip yanımıza geldiğini fark etmemiştim bile. “Muhteşem” diye fısıldamış olmalıyım ki Betaniqi’nin sanki çok uzaktaymış gibi gelen sesini duydum, “Evet, olağanüstü. İşte bu yüzden herkese göstermek istememiştim.”

Sonra çok net bir şekilde Gelyn’nin sözlerini duydum: “Mara koru beni. Bu Palla olmalı.”

“Demek annemi duydun?” diye sordu Betaniqi, arkasını dönerek.

“Ben Wayrest’denim, aslında hemen Hammerfell’in sınırında. Annenin o yaratığı topraklarından sürmesi ile ilgili o büyük kahramanlığının hikayesini duymayan kimse olduğunu sanmıyorum. Onunla savaşırken öldü değil mi?”

“Evet,” dedi kız üzgün bir şekilde. “Ama yaratık da öldü.”

Bir an öylece durduk. Daha sonra neler olduğunu hatırlamıyorum. Bir şekilde, sonraki akşam yemeğine davet edilmiştim, aklım ve kalbim tamamen heykelde kalmıştı. Loncaya döndüm ama rüyalarım dinlenmeme müsaade etmedi. Her şey beyaz bir ışığın ardında kaybolmuş gibiydi, sadece korkusuz, güzel bir kadın hariç.

Palla.

Share :